Ana içeriğe atla

Karagöz ve Hacivat Neden Öldürüldü?




On dördüncü asrın başında Anadolu, birkaç asır önceki sükûnetini kaybetmiş halde hayatına devam ediyordu. Sükûneti ilk bozmaya çalışan Araplar, Doğu Roma’nın son hışmına uğramış ve rotasını başka yöne çevirmek durumunda kalmışlardır. Türkler ise bundan sonra İslam’ın da durağanlaştığı dönemde Doğu’dan gelerek (sonradan verilen adıyla) Bizans’a son darbeyi vuruyordu. Bu vuruş, Selçuklu devri mirası olarak, Moğol istilasının ardından da devam etmişti. Merkezi otorite zayıflayınca ikinci beylik dönemi başlamış ve yeni anlayışlar gelişmişti. Burada öz kültürünü muhafaza etmeye çalışan Türkler, fetih ve gaza akınlarının sona ermeyeceğini anladılar. Bu anlayış, toleranslı bir devletin doğuşunu teşkil etmektedir.

Tam da bu anda, beylik kurucularının karizmatik, yiğit ve iyi savaşan kişiler olduğunu çıkarabiliriz. Kaynakların kısıtlı olduğu ortada olduğundan Doğu Roma ve Arap kaynaklarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kaynaklar da incelendiği zaman çıkarımları destekleyici mahiyette olduğu görülmektedir. Film de kısıtlı kaynakların iyi tahlil edilmesinden sonra yazılmış olduğunu düşündürüyor. Her detayın üzerinde çalışma yapıldığı, hataların tek bakışta görülememesinden anlaşılıyor. Dilin de o dönemki gibi konuşulmaya çalışılmasından alınan riskin ve yapılan araştırmaların boyutunu ortaya koymuştur.



Haluk Bilginer, göçmen rolünün hakkını, girişte söylediği (iyi bestelenmiş ve söz yazılmış) şarkıdan başlayarak son sahnede Müslüman olmaya çalışmasına kadar veriyor. Yanında Beyazıt Öztürk de çelebi bir elçi rolünü başarıyla canlandırıyor. Senaryoda iyi bir hikâye örülmüş. Hikâye, Türklerin göç yoluyla paralel bir istikameti takip ediyor. Takip, Anadolu’daki son ele geçirilen ve en önemli büyük kalenin içine kadar sürüyor. Olayların tamamına yakını burada sürüyor ve burada efsaneleşen anlatıma uygun bitiyor.

Karagöz’ün birdenbire içine düştüğü durum, asırlarca şehirleşme sıkıntısı çekmiş bir milletin durumunun ta kendisidir. Yerleşik hayata geçmesine hiçbir şart elverişli değilken şartlar onu oraya sürüklüyor. Eskilerinin dinini bırakmakta hâlâ tereddüt eden cahil göçmen, her meseleye cahilâne ve saldırgan bir tabiattadır. O dönemde Tatar dedikleri Moğolların hücumlarına maruz kalmış Anadolu’nun harap oluşu da bu karakterin hırpani tavrından çıkarılabiliyor. Şehirde ise Batı dünyasının imrendiği tantana var olmaya devam etmektedir. Buna intibak edemeyen doğayla uyumlu yaşamaya çalışan dinin mensubu, ineğinin ölümü üzerine bile Orta Asya’dan getirdiği gırtlaktan söylenen ağıtla muhafazakâr kimliğini sergiliyor.

Aşıkpaşazade Tarihi dışında pek de o devre ait bir yazılı eserin kalmadığını merhum şeyhülmüverrihin Halil İnalcık söylerdi. Bunun dışında Bizans kronikleri ve Arap seyyahların gözlemleri mevcuttur. Burada da İbn Battuta en meşhur olanı olarak dikkat çeker. Battuta’nın seyahatnamesi ile ortaya çıkan Ahilik’in mahiyeti filmde de devletin derinleşmeye (!) başladığı bir kurum olarak yer tutuyor. Din anlayışının da Araplardan farklı olduğu bir kez daha bu seyahatname sayesinde görülmüştü. Aynı seyyah, yine Orhan Bey’in de durmadan çarpışan bir gazi, bir mücahit olduğunu methederek anlatmıştır.

Filmde üzerinde durulması gereken bir diğer mesele de Baciyan-ı Rum müessesesinin teşkili ve görevleri meselesidir. Bu kurum hakkında büyük tarihçiler arasında da ihtilaflar vardır. Ancak anlaşılan şey şudur ki, bunlar birtakım silahlı şehir içi kuvvetleridir ve beyliğin kuruluşundan itibaren gaza faaliyetleri yürütülürken iç siyasetin idaresinde ve polis benzeri bir kolluk kuvveti olduğudur. Nilüfer Hatun’a da atfedilen iş bilir bir hatun rolü de dikkate şayandır.
Senaristlerin çalışmasındaki başarıyı müzik ekibi destekliyor. Müzikler Orta Asya ezgilerini yörüğün heybesindeki bir kilim misali Anadolu’ya getirmişçesine filme uyum sağlamış ve kulağı tırmalamayan cinstendir. Şaman karakterin davula vuruş tekniğini de göz önüne alarak Asya’da iyi bir araştırma ve gözlem yapıldığı anlaşılabilir. Gırtlaktan söylemeyi başarabilen usta aktör Bilginer, diğer söylediği şarkılardan daha şaşırtıcı bir performans sergiliyor.

Giysiler, ülkemizde pek araştırılmayan ve önemsenmemiş bir ilgi alanıdır. Buna Osmanlı’da giyim konusunu merak eden bir araştırmacı karşısında ciddiyetle yazılmış bir eser bulabilir. Bu da tarihi sevdiren adam olarak literatürde yer etmiş Reşat Ekrem Koçu’nun eseridir. Bunun haricinde de on altıncı asrın sonunda Osmanlı’ya diplomatik bir vazife ile gelen Solomon Schwigger’in yazdığı hatıra kitabı dışında bir kaynak bulması gayet zordur. Bu sebepten Orta Asya’daki Türklerin kıyafetinden yola çıkarak ancak tahminde bulunulabilirdi. Sanat direktörü de muhtemelen bu yolu takip etmiştir.
Ezel Akay’ın yönetmenliğine gelecek olur isek; Türkiye’de yeni şeyler deneme isteklisi bir yönetmenin belirgin üslûbunun bir perdeye yansıması olarak yorumlamak en doğrusu olacağını düşünüyorum. Zira hikâyeleri, kurduğu plastik dünyaya her seferinde adapte edebilen yönetmen, yine kültleşebilecek bir filme daha böylelikle imza atmıştır.



-Mukbil Terzi (Temmuz, 2018)